
Yerden yarım metre yüksek platforma arkam dönükken, beynimin anlattığı hikayelerle etrafı izlerken, onun gelmesini heyecanla beklerim. Bu akşam aynı boyda, aynı dokuda ama farklı renklerde çoraplar giyip işe gitmişim de herkes bunu fark etmiş gibi bir huzursuzluk var içimde. İki elimin baş parmaklarıyla kemerime sıkıca tutunuyorum. Çünkü gerçeklikle her sarsılışımda, elimi uzatıp hissedebileceğim bir nesne ararım. Çünkü dünya beni ürkütmek için hiç çekinmedi.
Her zamanki gibi bu akşam da yüzüm kalabalığa dönüktü. Leydi edasında sahneye dönük vaziyette oturdu bar taburesine. Spot ışıklar, artıp azalırken, sarsıcı, müthiş bir aydınlıkla oturan bu kadını her gelişinde fark ederim. Yüzlerce göz, sahneye saatlerce bakarken beni kaç kişi fark ediyor bilmem ama onun dikkat çekmek için ekstra çaba göstermesine katiyen ihtiyacı olmaz. Kendine ait tutkuları olan kadınlardan. Elbiseyi, makyajı, ayakkabıyı, çantayı bir başka taşıyanlardan. Doğuştan gelir onların bu özellikleri.
İki saat boyunca şarkılarını söyleyen sanatçıyı korurken, enerjisi yüksek üç yüz dört yüz kişiye, onun ulaşılamaz olduğunu betimlerken düşünüyorum da orada başlamıyor mu zaten her şey. Doğuştan yani. Kanal boyunca ilerleyip annemizin bacak arasında acizce debelenirken, her birimiz aynı şekilde doğduk sanıyoruz. Eşit şartlarda. Bir delikten pırt diye. Her şeyden önce hepimizin parmak iziyle, DNA sı gibi doğum yolculuğu da farklıdır aslında. Bunu çok az insan bilir. Biliyorum, çünkü bu yolculukla başladı benim tuhaf hikayem. Annemin karnında, baş yukarı, ayaklar boynumun etrafında, götüm kanalın ucunda. Ki olması gereken pozisyon bunun tam tersidir.
Gece karanlığı saçlarım, yoğun, mat, bakımsız. Ensemde yaptığım sert topuz her zaman baş ağrısı yapar. Sert tokalar da kafatasımı acıtır. Görev gereği katlandığım en hafif şeyler. Öğleden sonra yediğim nohut bağırsaklarımı, üniformanın yakası da boğazımı iyice sıkıştırdı bu akşam. Sadece bununla kalsa iyi. Bu pantolon da dar geliyor artık kalçalarıma. Göğüslerim düğmeleri zorluyordu. Üniformamla bedenimin, sigarayla parfüm kokuları arasında geçen çetin düellosunu, elimden geldiğince anlayışla karşılamaya çalıştım.
Mary Jane grubu ilk alkışlarla “Seni Arıyorum” şarkısıyla programına başladı. Sahneye odaklanmış bir dolu insanın, aynı eylemlerde örgütlü buluşmalarını izlemekten daha sıkıcı çok az şey var. Solist ne giyinmiş, melodiyle nasıl dans ediyor, baterist, gitarcı, klavyeci yakışıklı mı çirkin mi, sahnede nasıl sıralanmışlar? Sıradan biri için önemi olmayan bu fotoğrafa her zaman sırtım dönüktür.
Masasına orta yaşlarda, yüzü çok tanıdık, hatta uzun yıllardır her geceyi birlikte geçirmişim kadar tanıdık bir erkek gelip konuşlandı. Ayağa kalkmadan, sakin gülümsemesiyle selamladı. Erkek eğildi, koklaya koklaya öptü yanağını. Dip dibe, diz dize oturdular. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Kıkırdadılar. Hiç kıkırdamadığımı hatırladım.
Önündeki mojitoyla ilgilenirken, karşı masada çoğunluğu erkek olan grup gözlerini ondan alamadı. Sayısız kere ağzına götürdüğü bardakla yediği çerezler kırmızı rujunu ziyan etmediği gibi ayrı bir parlaklık kattı. Oturduğu yerden sağa sola salındıkça, elbisesiyle sadece ucunu kapattığı memeleri hop oturup hop kalktı.
Bir öğle vakti annemin sancıları tuttuğunda, devlet hastanesine yetiştirmiş konu komşu. Babamı arayıp haber vermişler. Kadıncağız, sancıdan avaz avazken, doktor bacak arasına parmaklarını sokup cevizin içindeki karpuzu anlamaya çalışmış. Hesaplamalara göre doğuma epeyce var. Yarım saatte bir yoklamışlar. Öğle vakti gelince yemeğe gitmiş doktorundan, hemşiresine her biri.
“Önüne baksana kardeşim!”
“Hayırdır oğlum!”
“Önüne bak diyorum, önüne!”
“Ne diyorsun lan, hayırdır!”
İçmekten, oynamaktan, keyiften yorulmuş vaziyette tuvalete doğru giderken, salınan saçları, oynaşan kalçalarıyla tanrıların sofralarını şenlendiren ezgi tanrıçalarından en hırçını sanki. Gerçi ayakkabılarını çıkarıp atsa aynı boydayız. Kilomuz da aynı muhtemelen. Yalnızca o paralı, bakımlı, eğitimli, kültürlü. Moda defilelerinden ilham almış. Küçük yaşta akranlarının arasında oyun kurucu olmuş. Hep çok sevilen, sözü dinlenen. Bir faciadan nasibini almamış. Hiç ötelenmemiş, alay edilmemiş.
“Yiyecek misin karımı orospu çocuğu! Yedirmezler!”
“Siktir git pezevenk! Asıl karın bana gözlerini dikmiş, bakıyordu!”
“Ne diyorsun lan! Öldürüm seni!”
O, tuvalette sifonu çekmeyenlere, tuvalet kağıtlarını ve havluları yerlere atanlara, regli kanını klozetin bir yerlerine bulaştırıp silmekten aciz olanlara, iki yaşında öğretilen tuvalet eğitiminin bir halta yaramamasına söylene, saydıra işerken, burada kopan fırtınanın farkında değildi. Gerçi penislerin onun için kavgasına alışıktı. Değil kavga edecek, “Gel bakalım sen şöyle,” diyecek bir penisin olmayışının iç sızısıyla olay masasına atladım.
“Sakin beyler! Ayıp oluyor ama!”
“Sen bir dur hanım abla!”
“Bağırmayın beyefendi! Sizi dışarı alalım, sakinleşin biraz!”
“Ne sakin kalıcam be, yanındaki karıya sahip olamıyor pezevenk, bir de bana sataşıyor!”
Ağızları köy çeşmesine dönen erkeklerden her zaman tiksinmişimdir. Uyarıları duymamazlıktan gelen tipler, masadan masaya uzanırken, o yanımda belirdi. İkimiz ilk kez bu kadar yakın, ilk kez bu kadar iç içeydik. Telsizle haberi alan diğer güvenlikler, civarda dolaşan garsonlar olağan bakışlarla alana doluştu. Sahnedeki grup ne yapacağını şaşırmış, solist, ağzında şarkı sözleriyle boğuşuyordu. Kemerime özenle yerleşmiş silahıma dokundum.
“Yeter! Alın bunları dışarı!”
“Kimsiniz lan siz!”
“Tut şunu, tut!”
Solist sustu, müzik durdu. Işıklar boşu boşuna ortalıkta dönüp durdu. Koluna yapıştım, göbek bağıma yapışır gibi.
“Çek ellerini üzerimden!”
“Hanfendi, siz de dışarı!”
“Beyler, ayıp oluyor ama!” “İki eğlenip evimize dönücez arkadaşım!” “Gidin kavganızı başka yerde yapın!” “Sanatçıya da mı saygınız yok arkadaş!” “Atın bunları dışarı!” “Hayret bir şey ya!” Islıklar yükseldi. Ortam yatışacağına iyice hararetlendi. Tüm kulüp eşrafı iki tarafın etrafında etten duvar olurken, kocası olacak adam, avcısına saldıran ayı gibi silkelendi, çırpındı, debelendi. Görevlilerden kurtardığı koluyla, yanıbaşındaki güvenlikten birisinin burnuna dirsek attı. Elini arkasına götürdü eş zamanlı. Bir patlama…
Dışarıda çığlık, acı, kan… İçeride götüyle direnen ben. Ikınma anne, yırtınma, yorulma! Bir ebe duyup yetişiyor, duymaz olasıca. O inat ediyor, ben ediyorum kanalda. Götüme dokunuyor, başımı bulmaya çalışıyor. İllaki düzeltecek beni o dar alanda. Kimselere boyun eğmemişim, eyvallah etmemişim o andan sonra. İnadım annemi öldüresiye. Koca göbeğine bastırıyor, aşağıya doğru ittiriyor. “Nefes al! Ikın, ıkın!” diyor. Ikınma! Bağırma! Okunan Cuma ezanının kerametiyle şans annem ve ebemden yana dönüyor. Direne direne, götümle doğuyorum bu alametin içine. Kayalıklardan kafa üstü düşmüş gibi sessizim. Dünyanın da gördüğü ilk şey götüm oluyor elbette. Varlık göstermenin reddine suskunluğumla devam ederken, annem baygın. Göbek bağımız bu sessiz alametin içinde kesilmiş. Tutunamayanlara inat tutunmuşum o göbek bağına. Bacaklarımdan aşağıya tüm bedenimi sarkıtıp ilk tokatımıgötüme atıyor ebe kadın. İkinci, üçüncü… “Bırak be kadın, bırak artık yakamı.” Yok yetmez, bir sudan diğerine sokup çıkarıyor, tekrar, tekrar tokatlıyor götümü. “Ağladım, tamam! Bırak artık yakamı!”
Düştüm, düştük. Bağırışların arasından “küt” diye bir ses işittim. Sadece bir küt. Her şey saniyenin onda biri kadarda olup bitti. Salondaki çığlıklıklar başı boş notalar gibi her yere savrulup kapı önüne yığıldı.
Ebe kadın, annemin ıslak koynuna sokuşturuyor beni. Şakayık pembesindeki meme ucuna kırk bir haftadır açmışım gibi yapışıyorum. Taptaze sütünün ferahlığıyla sakinleşiyorum. Harap, baygın, kadınlığı parçalanmış, kan revan içinde gözünü aralıyor. O muhtemelen acısının bittiğine ben de uzun süreli mutsuzluğumun başlangıcına ağlıyorum.
Bir oluştan, başka bir oluşa geçtiğim günleri hep burada yerden yarım metre yükseklikteki bu platformun önünde hatırlıyorum. Üstelik her zaman asıl gösteriye arkamı dönerek…
